6 Şubat 2014 Perşembe


NTV 
O Anlar
için
Nurullah Kadirioğlu
Foto-Yorumları 


Melvin ile Minnie’nin elleri şu birbirini sarıp sarmalayan. 
Soyisimleri ortak; Lou Scout; çünkü evliler; elleri, 80’nci evlilik yıldönümünün kutsal duasında. 
O kadar sahiplenici ve bir o kadar da özgür bir sarılış ki bu; 
ellerin kendisi zaten bir başına DUA!
Biri daha aktif, öteki edilgen.
İki elden; hangisi daha baskın ?
Tutan kim, tutulan ?
Bilmek olanaksız; gereksiz de zaten.
İki kişide tek el’e dönüşmüş onlar; elleri, artık ikiz, tek yumurtadan !
Ha sahi, geliverdi aklıma birden; 
az kaldı, unutmayın, “tek yumurtadan ikiz eller” gününe :
14 şubat !


                          
Havva, en baştaki, yanındaki Adem’e vermiş yasak meyva elmayı da gülüyor kıs kıs; “ihtimal bir suça”, hazırlıklı;
bu nedenle yüzünü flu kılmış özenle...
Adem... Eh bildiğiniz gibi; yani biz erkekler: kibirli ve mağrur: evet ya biz erkekler: muhtemelen çömelip da ağlar birazdan...

Öteki ! Öteki !
Susun anladım yahu !

Öteki Adem ile Havva’nın günah ve zevkinden;
merak ve ihanetinden almış alacağı dersi;
yüzü; işte bundandır pek de mutlu...

Aslına bakarsanız
Romanya'da bir askeri geçit bu...
Transilvanya, Moldova ve Valaçya'nın 1918’ da tek bir devlet olarak birleşmesinin yıldönümü;
Romanya'nın ulusal günü yani.

Peki peki anladım !
Size ne bundan.

İyisi mi ben yine resmin ruhuna döneyim :
Şu sonuncusu var ya en sonuncusu,
Romanya’nın Valaçya bölgesinden o;
ham ipek dokumalarıyla ünlü;
işte bundandır, henüz dokunmamış ham ipek o’nun yüzü !

 


Trajedi isimli ve başlı başına trajik olanı öğreten bir ders olsaydı kuşkunuz olmasın bu fotoğraf derse ait kitabın kapağı seçilirdi.



Amerika’da Aarlingnton Mezarlığı.


Orada yatan, Amerikalı Zenci Onbaşı
Karem Rashad Sultan Khan..
Nüfustan kaydı düşülse de, henüz 20 yaşında…

Annesinin çok çok acıyla sarıldığı mezar taşındaki ay-yıldız ve mezarın önünde duran Kuran-ı Kerim,
tek duruma işaret ediyor:
Karem Rashad Sultan Khan bir Müslüman.

Sultan Khan, iki madalyanın da sahibi:
Biri Cesaret ve Fazilet sembolü Bronz Yıldız;
öteki ise, Gazi oluşunun alameti sayılan Mor Kalp Madalyası.

Orada yatan, cesur, faziletli, döğüşken,
gazi Karem Rashad Sultan Khan
dininin bütün ‘yüksek” değerlerine sahip;
ulaştığı şehitlik mertebesi ise,
İslamiyetin ona sunabileceği en kutsal son.
Trajedi, şimdi örüyor ağlarını:
Amerikalı bu siyah adam, tüm bunları, gazilik ve şehitliğin aynı kuvvetle itibar gördüğü, Hilal’in aynı biçimde mezar taşlarını mimlendirdiği ve Kuran-ı Kerim’in aynı şekilde mukaddes kitap diye tanındığı Irak’ta elde etmiş.

Duymamış olamazsınız;
Savaş Sanatı diye öğretiler var;
evet evet aynen; Savaş Sanatı…

Sözü artık, Amerikan ölülerine ve şehitlerine bırakıyorum;

Sustum!

 

Kız orada; durduğu yerde değil.
Nerede olduğunu kimse de bilemez.
Masumiyeti buna engel; zorlamayın, masumiyetin,
“biz büyük ve anlamlı adamlar”
için ördüğü saf duvar her şeye engel!
Savaşlar icat eden, bu icadının çarklarını,
“insan”
adı verilen en değerli varlıkla idame ettiren biz’ler
hangi cesaretle, bu kızın masumiyetiyle yüzleşebiliriz ki ?
O’nun dışındayız; O’nun dışında kalacağız !

13 yaşındaki “evlat” Madıson,
Amerikan Subayı Frank Cheetam’ı;
resmin objektife düştüğü şu günde 35 yaşına giren
BABASINI uğurluyor.

Nereye mi ?

Of yapmayın !

Yitirdiğimiz masumiyetlerimizi,
“bilmezlikten gelmenin”
sakil çalımıyla gizlemeye çalışmayalım !
Irak cehenneminden başka nereye gider ki şu aralar, Amerikalı bir asker ?

 

Ağaçların kabukları gibidir insanların tenleri;

baktınız mı anlarsınız yaşlarını.
Ama ellere baktığınızda neler çektiğini de anlarsınız insanların.
Çünkü, onlar hayata tutunandır;
tırnakları ile umutları kazıya durandır.

Irak’ta, Bağdat’ın Sadrcity’sinde
birazdan arka kapağını indirecek yiyecek kamyonuna ilişen şu eller ise, dağ ve ovaları, tepeleri, uçurum ve yarları, dereleri ile bir haritadır;
ellere kazınmış acı’nın ve çile’nin haritası….

Tutunma işlevini, ilişmekle sınırlandırmış bu eller artık, henüz var olmayan; ama inciten, acıtan ve ürküten yorgunluğu ile var olması kaçınılmaz elbilim’in en nadide parçasıdır.

Hangi el,
bu kadar pasif ve o kadar da aktif biçimde bir nesnenin adeta parçası haline dönüşebilir ?
Yüz binlerce yıllık bilinen işlevi ile elleri aktif bir eylemin içindeymiş gibi algılıyorsak da baksanıza ne kadar pasifler ve ne kadar sessiz.
Hangi el, bu kadar çaresiz olabilir; o kadar çaresiz olan bir kadının ellerinden başka…

Peki, artık, bakabilirsiniz ellerinize…

 
  


Ve aniden bir ışık huzmesi doldu odaya.
Karanlık, ışığın eliyle sadece bölünmedi zifiri yalnızlığında; eliyle ışık, karanlığın o umutsuz yüzünü de yumuşattı
biraz biraz.
Ve adam, kendisine sunulan bu ışığın gölgesinde;
tam da gölgesinde, okumaya durdu ilk cümleyi:
Tılsım ve Trajedi..

Hazreti Ali, Hazreti Hüseyin, Kerbela;
 Mehdi, 12 İmam, Ayetullah, Şii…

İlahiyatın belleğinden bunca kelimeyi ödünç alan,
Irak’ın Necef isimli kentindeyseniz,
bir zamanların, trajik savaşlarına karşı
yer altı sığınma tünelleri olsa da şurada duran,
sadece ilahiyatın tılsımıyla yürür belleklerde.

Semavi üç büyük dinin boy verdiği bu coğrafya,
tersini yaparak asla ihanet etmez kökenine…
Ve adam ışığın gölgesinde, ikinci cümleyi terennüm etti.

- Ya Rab ! Sabır ! 



Bu resmi de kim yaptı böyle ?
Ah! Bu resmi kimse yapamaz;
bu, leyleğin ve güneşin ve dağın ve hatta
renklerin kendi imali;
hepsi, böyle olmasını arzu ettikleri için gerçekleşmiş bir hal; insan eli yapamayacağı için;
insan eline armağan ettikleri bir fotoğraf manzarası görünen…

Belarus’un Volozhın kentinde, açıklamak gerekmez ki
bir gün batımında, “kendinin heykeli” olmaya durmuş
bir leyleğin biten günü değerlendirme seansı…
Yoo haksızlık !
baksanıza bu, düpedüz bir leylek istiaresi…

Bebeklerin ebedi ve ezeli “ebe yardımcısı” misyonunu saymazsak Leylek, yolculuk ve yolcu fikriyle beraber yürür
her imgede.

Şimdi, biraz suskunluk lütfen;
atmosferin şiirsel durumuna uygun,
o İsmet Özel dizesini duymak elinizde, Leyleğin fısıltısından:

“Uzak yola çıkmaya hüküm giydim…”


 


Kaç yüz, bu kadar kalabalık olabilir ki ?
Yine de bana, bu yüzde olmayan bir şeyi söyleyin…
Yoo, bunu kendinize söyleyin;
Ve onu, merhametin kamçısını
bir yüz-süz’e indirmeniz gerektiğinde çekinmeden kullanın: Şrakk!
Gördünüz değil mi, yüz’ü istila eden bunca kalabalıkta mutluluk denilenin esamesi yok.
Söyleyin bundan daha etkili bir kamçı olabilir mi,
bildirmek için hududunu yüzsüz’e !
Hudut !
Bu yüz, besbelli, hudutsuz !
Ne olacaktı yani !

Filistin’de, Beytül Lahim’deki Tekoa Köyü hududunda,
İsrail askerlerinin hudut tanımaz saldırılarından
birinde öldürülen, 16 yaşındaki Hasan Hmeid’in
cenazesinde yürüyen bu kadın;
yüzüne, hudutsuzluğu değil de
Lunaparkların ışıltısını mı giyinecekti ?

Bilmem bilir misin ?
Sınırlarını ve haklarını koruyan bir kadının,
hudutsuz yüz’ünden daha tehlikeli,
çok az şey vardır hayatta…
 





Neler oluyor orada ?
-Hiç,
diyebilir misiniz, durum bu kadar açıkken ?

Besbelli, tabiat şiddetini sergileyecek.
Diplomatik girişimlere, sinsi bükülüşlere ve notalara falan gerek yok: Çünkü tabiatın bu şiddetini, istila veya yağma izlemeyecek; bu onun iç hesaplaşması…
Mammatus bulutlarının bir tür iktidar çekişmesi…

Birleşik Devletlerin Akransa Eyaleti’ndeki bu şiddet senfonisi, hesaplaşan taraflar haklarına razı olunca sona erecek.
Fazla sürmez; çünkü, böylesi güçlü bir senfoniye uzunca süre kimse katlanamaz…
Deklanşöre basan Gökyüzü Avcısı da bunu biliyor olmalı ki, biraz daha beklemeye tahammül edememiş.
Etseydi, altta şaha kalkan sarı bulut-atların, üstüne çullanan siyah gölgeden nasıl zarif bir topuk çalımı ile kurtulduğunu da görebilecektik.

Yine de bu an, Şiddetin Estetiği’nin kutsandığı ender enstantanelerden biri olarak Gökyüzü Barışındaki yerini alacaktır.


Bütün semavi dinlerde, tanrı, kul sesinin ulaştığı bilinendir.
Uhrevi olan, orada, sesin yakarışındaki tını ile

“medet ! ya rab”

biçiminde yankılanır ve döner yakaranın ruhunu temizler:
Ses, Ruhu bir daha doğurur.

Nepal’de, Katmandu’da, birazdan önlerinden geçecek olan Tanrı Kumari’yi bekleyen şu küçük mürit topluluğu ise, ruhsal arınmalarını ses’in değil, bakışın ve gözlerin kudreti ile yapacak.
Çünkü onların tanrısı Kumari, yaşayan bir tanrı, ve üstelik neredeyse çarşı – Pazar dolaşan bir canlı…
Müritlerin işi kolay…

Yaşayan bir tanrı için ibadethanelerde sıraya girmek gereksiz..
Dualar ezberlemek veya din adamlarının rehberliğinde ayinsel duruşlar sergilemek de..
Tanrıya, sesin tınısı ile ulaşmaya çalışmak da…
Yaşayan bir tanrı nasıl karşılanırsa öyle karşılıyor Katmandu sakinlerinden bir gurup, Tanrı Kumari’yi….
Rehberleri bakışları; göz teması yani, Tanrılarıyla…
Namazgahları, Minber’i andıran evlerinin pencereleri….
İçsel duaları ise neredeyse artık belli:

Ya Kumari, bakışını bakışlarımızdan esirgeme; 
bize bak ve koru bizi !



-Bakmaktan ve anlamaya çalışmaktan yoruldum.
Nereye dönsem yüzümü, her taraf bizden aldıkları Keşmir!
Bağışla Yarab, bundandır, huzurunda gözlerimi kapamam.
Sen bilensin !
Saklayamam yaşımı.
Ama, bilirsin ki yine, yaşım gibi değil artık ellerim; pek ince ve kırılgan;
Bedenim, uzun zamandır çok zayıf ve bitap!
Bilirsin, az değil elli bin can uğurladım, Hindistan’ın Pakistan’dan gasp ettiği şu acılı ve talihsiz Keşmir’den…
Az değil, elli bin cenaze taşıdı kollarım…
Bağışla, bundandır, huzurunda gözlerimi kapamam.
Bilirsin Ya Rab, derdi ki, kulun Mirza Gulam Ahmet, “cennetin yer yüzü halidir; Keşmir.”
Keşmir şimdi, kanlı bir cennet, kandan bir göl !
Herkesin özendiği gökkuşaklarını sindirdiler!
Şarkılar fısıldayan rüzgarlarını korkuttular..
Eşi benzeri olmayan Gilgit ve Hunza vadilerinde hala toplanamayan cesetler var!
Huzurunda gözlerimi kapamam işte bundan!
Ya rab!



Adamı sanki toprağına raptiye ile şöyle bir tutturuvermişler de pek öfkeli:
-Ehh be adam tuttururken, biraz daha aşağı salsaydın ya beni, baksana, ayaklarım yere zar zor değmede! Fesüphanallah saygı da kalmadı artık yaşlılara!
Kalır mı lafın altında raptiyeci başı;
-Fesüphanallah ki hem de ne; bre dede, ben seni oraya şöyle istediğin gibi okkalı biçimde raptiyeleseydim sen rap diye kalkardın ayağa da tamamlayıverirdin sanki şu evini,
öyle mi ?

Aslında ikisi arasındaki besbelli bir tutunma oyunu bu.
Raptiyeci bilerek, sadece iliştirmekle yetinmiş o duvara adamı.
Adamın yaptığı ise apaçık yaşlıca bir naz…
Hele, bitmesi gereken şu evi…

Taliban yüzünden Afganistan’ın Başkenti Kabil’den binlerce soydaşı gibi İran’a, Pakistan’a göçüp sonrasında geri döndükten sonra bitirmesi gereken şu evi…
Göç fikri zihninde yol almayı bırakacak da, yurdunun toprağında şöyle iyiden iyiye dinlenecek de, nicedir unuttuğu yan gelip yatmayı doya doya yaşayacak da…kalkacak da… evini tamamlayacak da…
Her şey bir yana, şu toprak, şu ağır ve tembel, şu pek aciz duran sarımtırak yığın, şu yorgun ve kimsesiz toprak; şu, kimsesiz yaşlıya yurt olabilir mi ?
Gizli anlaşmaları şu mu yoksa ?
Dokunma, iliş öylece sadece bana...
Ne olur senden bana el; ne olur benden sana bel…

 

Akşamın kıyısındalar.

Kıyılarda olmanın tedirginliği apaçık.
Bunu birbirlerine sokuluşlarından, intizamı kolladıklarından ve her nereye ise bakışları, oradan aldıkları ürküntüden anlamak mümkün.
Akşam ve Kıyı; genellikle, kişinin kimliğini alıp savuran ve hatta kimliğini yoka saydırtan bir ikilidir, elverişsiz coğrafyalarda…
Işığın aydınlatmadığı; sadece tedirgin bedenleri mimlediği böyle bir Irak coğrafyasında ise, korku sultan; insan ise, tebaadır. Ve bilinir, tebaaların kimlikleri olmaz.

Kuzey Irak’ta, askerler tarafından denetlenen bu küçük topluluk da kimlikten yoksun; çömelen tebaa da, kimlikleri inceleyen askerler de, kasveti ve korkusuyla gece, kıyı ve ihbarcı ışık huzmesi de bunun bilincinde.
Söyler misiniz, zaten giderek “kimliksiz” hale gelen bir ülkede
kim bunun ayrımında olmaz ki ?


Çocukların ağzı ile

çiçek böcek…
Botaniğin diliyle, bir döllenme vak’ası..

Hindistan’ın Haydarabad kentinde, bir günlük ömrünün dolmasına belki de dakikalar kala, kelebeğin çiçeğe, tüm bir estetik tarihini yeniden yazmak istercesine huşu içinde eğilişinin resmidir bu…
O kadar güzel o kadar ki ; (anlık ömrün, zamanlık ömre) dönüşebileceğini vurgulayan şu söze gelin de hak vermeyin;

“kelebeklerin ömrü bir günmüş ama kelebekler ömür boyu mutlu yaşarmış”

Büyük kent karmaşasının ufaltıp da asık suratına hapsettiği insanın, gülümsemesi için,
neden panolara, duvarlara, cephelere böylesine hayat iksiri resimler asmazlar ?
Siz bakın, doya doya bakın bu resme; size değil; kentlerin beton ıssızlığını böylesi resimlerin kudreti ile yaşama coşkusuna dönüştürmeyenlere
Gülten Akın’ın dizeleri;
"Ah ! Kimselerin zamanı yok durup ince şeyleri anlamaya"
  

  

Şu (V) işareti…
Roma Zafer Tanrıçası Victorya’nın baş harfini ve kelimenin İngiliz dilindeki karşılığı olan Zafer’i simgeler…

2. Dünya Savaşında hareketi bolca yapan İngiliz Devlet adamı Churchıll’le zafer işareti, adeta tavan yapar ve Churchıll ile özdeşleyen purosu üzerinde bile ciddi imaj zedelenmesi yaratır.

İşaretin orijinal hali fotoğraftaki gibidir, iki parmakla V işareti.

Amerika Birleşik Devleri Başkanı Bush ise, iki parmağı az görür ve yaptığı ekleme ile parmak sayısını üçe çıkartıverir.
Ama, bu katkı Başkanın ülkesinde yüz de sürüm de görmez. İşte, Başkanın Georgia Eyaleti’nde, ayan beyan klasik V işareti ve sıkı bir zafer coşkusu.
Ya da, kolun, elin ve iki parmağın kulaklarımıza dek uzanması muhtemel zafer narası…
Nasıl dönüşmesin ki bir naraya?
“Adamı ipten alan” zaferin işareti bu.

İnfazına birkaç saat kala, ertelenen, üstelik Yüksek Mahkeme tarafından ele alınması kararlaştırılan İdam Mahkumu bir tanıdığınız olsaydı sizin de parmaklarınız böyle çığlık atmaz mıydı ?

- Vıctory !!!

Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi isimli gezi kitabıyla Avrupa görmüşlüğünü kanıtlasa da Amerika Birleşik Devletlerine; hele hele Montana Eyaleti Whitefish Kenti’ne gitmişliği yoktur.

Kent yakınlarında bir akşam üstü süzülen şu ördeğin de, Haşim’den haberdar olduğunu hiç kimse söyleyemez.
Ama şiirin ve şairin kudreti zaten burada yatmaz mı ?
Yokluğunda gerçekleşen bir olayı, varlığında meydana gelmiş gibi algılamak…
Siz istediğiniz kadar; Ahmet Haşim Amerika’ya gitmedi; Whitefish kenti yakınlarındaki bu gölü görmedi, deyin.
Kimin umrunda ?

“Altın kulelerden yine kuşlar,
Tekrârını ömrün eder i'lân,
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam,
Âlemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam…”

Belki de, gölü, kamışı, kuşu ve akşamıyla bu dizelerin yeri şu gölün kıyısı.
Kazıyıp bir tablete, diker mi birileri bu şiiri bir gün şu gölün kenarına ?
Kim bilir ?



Büyükler, acıya öfkenin eşlik ettiği sima yürüyüşündeler; liderlerini dinlerken…
Kuzey Hindistan’daki Assam Eyaletinde,
etnik çatışmalar sonucu evini terk ederek
toplama kampına sığınan Hindu Müslüman simalar bunlar.

Oğlanın, yaşı için çok erken olan;
durmuş oturmuş korkusu
bu etnik çatışmaları sürdürden Bodo’larda takılı.
Bodo’lar onun öcüsü…
4 günde 40 Müslüman’ın katili çünkü onlar…
Ölüm mü çocuğa iğreti, çocuk mu ölüme yaban?
Öyle bir karmaşa ki her şey,
hiçbir tasarının dizayn edemeyeceği endişe halini
bu çocuk icat etmiş yüzüyle.

Yeridir;
en çok, masumiyette kendini ele verir çünkü
korku ve endişe.

İsmet Özel mi yazmıştı neydi ?
“Kelebek ölülerinden bir ırmakta sürüklenmektedir”
o sıra oğlan…


Yaşanmışlığıyla alnı, uçsuz bir sazlık onun;

Mevlevi başlarıyla ördekler geçecek birazdan…
Hadi artık hazırlanın;
yüreğinize serin sular, gözlerinize tatlı gülümsemeler …

Acısıyla, tehlikeli bir uçurum onun yüzü; yeni merhamet sözcükleri gerektirebilir; tedbirini alsın herkes;
Nemrudi bakışlarıyla sıra sıra baykuşlar birazdan...

Mevlevi saadet ile Nemrudi acı’yı ne barındırabilir aynı anda bir yüzde ?

Şirazi’nin,
“yakın, bağışlayıcı ve müşfik bir sahil”
diye tanımladığı Vatan’ın, kargaşa ile bu özelliklerini yitirmesi mi ?

Evet Taylan’da, süregelen karmaşa ve çatışmalar yakın, bağışlayıcı ve müşfik bir sahil olmaktan çıkartmış durumda ülkeyi, her Taylandlıya.

İyi bakın, kadının, Mevlevi ördekleriyle, “Vatan Taylan” alnı; yüzü ise; karmaşanın uğursuz baykuş uğultusu aynı kadının…
  



Civcivin yumurtadan çıkış anı…
Tırtılın kelebeğe dönüşmesi; ya da.
Hangi gözle bakarsanız bakın, kadının eylemi, edindiği tılsım perdesiyle sanki insanın türeyişini canlandırıyor; yer aldığı Haiti dekorunda.
“Birazdan tekamül bitecek ve (insan kızı) orada dikilecek”…
gibi..
Ama hele bir de kadın ise o, Haiti’de, hayata bağlanma anlamında dikilmesi ne mümkün !
Gonaives burası;
kasırganın, tam da adına uygun bir öfkeyle kasıp kavurduğu yer.
Ne yeniden türeyişin ardında,
ne deneysel bir oyunun son provasında;
kadın, kasırganın tortusundan kurtulmaya çalışıyor…
Bu kadar reel aslında tablo.
Gerçeküstü tek şey var bu fotoğrafta;
sanki, Haiti’deki saygısız yönetim,
su bile bırakmamış da,
temizlenmek için yıkanma taklidi yapıyor kadın….
  

 
İşte orada; alnında, ortadaki derin çizgi Manavgat Nehri, Batı Toros’ lardan kopup da gelmiş.

Üstteki çizgiyi mi sordunuz,
ha o,
Şeytan Dağı’ndan inen Dere.
E, en alttaki ise elbette, Düdensuyu Mağarasından gelen su.
Burnundan bıyıklarına ve çenesine inen vadilerde
uçsuz bucaksız Manavgat Ormanı serilmede;
bana tekrar ettirtmeyin işte sıralıyorum bir bir;
Taşağıl Beldesi, Karabük Köyü, Serik İlçesi ve Akbaş Köyü…

Gözleri ? mi dediniz ?
Gözleri Yangın Adamın !

Karşıda Manavgat Ormanı alevler içinde,
orayı görmeniz gereksiz, adamın gözlerinde asıl yangın!

Aykut İnce’nin fotoğrafını,
Ekim sayısında basan National Geogarphic;
şu notu düşmüş resme; “Alo 177 Ateş Altında”

Yangın söndürücüsü bu adam biliyor oysa,
177 değil sadece ateş hattında olan;
alnı, burunu, bıyıkları ve çenesi de derin tehdit altında.; gözlerindeki dehşet tamamen ondan…
  


Herkes dönsün şimdi yüzünü bana.
E, iyi valla, bir bu eksikti, gederek insanlaşıyorsunuz, farkında mısın?

Sen, neden bozdun mesafeyi, 3 Numara !
Anladık, yeminiz tamam; tamam da; sirke çevirdiniz burayı ! Hepinizde insanlar gibi bir “Moda” merakı..
Yeşil Kelebek moda ya bu ara; hepinizde aynı böcek !
Kurudu değil mi koca tabiat; varsa yoksa fesfood…

Söylemekten dilimde tüy bitti, sizde özenti bitmedi;
Yahu çocuklar bırakın da insan size özensin;
uçmak isteyen onlar.
Neyse, dengeli beslenin ve neslini tüketmeyin böceklerin !
Gidin şimdi hadi; yarın kuş gibi bekleyeceğim sizi burada, sakın insan gibi sıralanmayın bir daha karşıma !


-Sonsuz Gurumuz, Yüce Granth Sahib, en kutsal mekanımız, Hindistan’daki Amritsar'daki Altın Tapınağımızın önündeyim.
25 Milyon Sih kardeşimizin, dinimiz gereği inandığı,
Ruh Göçü’nü deniyorum.
Öldükten sonra, başka bedenlere geçecek
şu ödünç ruhumun takatini sınıyorum.
Sufizm etkisi yok mu dinimizde Yüce Granth Sahib;
işte yaptığım onlar gibi, insan-ı kamil’i denemek…
Ayağımdaki Lenga şalvarım ile belime sarılı lungim
bana itaat etmiyor;
hinduizmin etkisi yok mu dinimizde; işte yaptıkları o;
kendi yolunu aramak özgürce..
Yüce Granth Sahib,
ne bir ışık oyunu bu ne bir göz kandırmacası;
ruhum işte bak gör; siyah bir duman karartısı önümde. Giderek aleve dönüşen ise bedenim;
ama nedense, ruhuma uygun görmede, kendini, ayaklarım !
Belki de erken başladım ben bu oyuna,
bağışla Sahip, ölmeyi beklemem gerekirdi sanırım
seyahati için Ruhumun…
Evet almış gidiyor ayaklarımın ikisini de ruhum,
bana kalan yalancı yansısı sadece birinin.
Vazgeçtim, hadi gel kurul yerine Ruhum,
daha çok hem de çok erken…

 

Usulca ama gelişigüzel devşirip kelimeleri, sarıp sarmaladı.

Kelimelerden oluşan o en hafif ağır koliyi raflardan birine yerleştirdi.
Böyle bir zaman var olacaksa eğer;
kullanacaktı vakti gelince.
-İşte, artık yüzümle konuşacağım dedi;
Söz’den kalan son bakiye de böylece tükendi.

Palyaçonun; bir kez daha, o en hafif ağır yüzü düşecekti; belki kelimelerden de etkili bir hışımla, imgeye.
Ama oraya değil, fotoğraf makinesinin objektifine
düştü bu kez.
Tasarlanmış da olsa, ağlama ikliminin bu kadar sert estiği
bir yüz ancak karanlık odasına yakışırdı makinenin..

Meksika'nın Başkenti Mexıco Cıty'deki “Güney Amerika Palyaçoları Kongresi”nin katılımcı-palyaçolarındın
birinin vesikalık fotoğrafı bu.
Vesikalık fotoğraf denemesi olsa da,
inanın ki kelimeler uzun bir süre o rafta kalacak.
Kelimelerle yeniden buluşması için yüzünü derleyip toparlaması çok zaman alacak çünkü;
- ki bunu siz değil- bir palyaço bilir ancak..


Hortum ve kasırga planlayıcı ve yatakçısı
“afetist”
Thailand_Monk,
üzerinde yakalı giysisi olmadığı halde nihayet yakayı ele verdi.
Monk, “kasırga kışkırtıcısı” dövmelerinden tanındı.
Bilim adamları, tanınmamak için uzun süredir
sadece profiliyle yaşayıp profiliyle dolaşan
Monk’un,
boyun bölgesinde deformasyona rastlanmamasını
ve haşin bakışından bir şey yitirmeyişini şaşkınlıkla karşıladı.
Tılsımını imha için Monk’un dövmelerinin
özel imal çamaşır suyu ile silineceği açıklandı.

Ne kadar fantastik değil mi?
Şimdi olayı benim kurguladığımı düşüneceksiniz; hayır !
Bunu söyleyen resim.
Ayrıca size, resme ait gerçeküstü bir hikaye de anlatabilirim:
Monk ve ötekiler Tayland’lı Budist Keşişler.
“Fazilet Töreni” isimli bir toplantıdalar.
Ülkelerini Batı’ya açan ölmüş Krallarını anıyorlar.
İşte, iki hikaye de orada duruyor, karışmam artık ben;
iyice düşünün, hangisiyse sizin; hikayenizi seçin.


Amerika’nın Arizona Eyaleti Tucson Kentinde, Geleneksel “Tam Ay” zamanını denetleyen Güvercin Kral ve Kraliçe, “Avcılar” için en elverişli “av dönemi” ni başlatmak üzereyken kaygılıydılar.

Kral Güvercin kaygıyla sordu :
-Emin misin Kraliçem ?
Kraliçe, Güvercin Alfabesi’nin temel sesi ile yanıtladı:
-Hı hı.
O arada, sağ ve sol cenah Güvercin Komutanlardan biri geçmişi öteki ise, geleceği dikkatle kolluyordu.

“Tam Ay Zamanı” giderek sarkma gösteriyordu.
Bu yıl, Güvercin Takvimine göre 8 dakikalık gecikme meydana gelmişti.
-Ah şu insanlar ! Ha ozon tabakasıyla oynamışla ha ateşle, ne zaman anlayacaklar bunu ?
-Anlayacakları yok sevgili Kralım, Ay günün birinde gündüz belirirse tepelerinde anlarlar ancak.
-Evet ya, Ay Zamanıymış, geyikler şişmanlarmış, tarlalar biçilir de av hayvanları kolaylıkla seçilirmiş Avcılar bayram edermiş..Kimin umruna Kraliçem !
-Aman Efendim ayarıyla bu kadar oynarlarsa Evrenin ileride Ay da bırakmaz bunlar !
-Neyse, baksana ne kadar uysal şu Ay, şeytan diyor ki iyice sarıp doya doya öpmeli;
Ah ! Min-el Ay !..
-Hıhh, Min-el Ay’mış !
Gidiyorum ben, devam edin siz Sayın Kral !!!



 Fikret Mualla’nın fırçası değmiş değil bu resme, kaldı ki bir resim de değil; fotoğraf bu..
İstanbul’da, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında, yemek masası çevresinde havai fişek gösterisini izleyen birkaç adamın fotoğrafı.
Birkaç adamla birlikte, aslında tamı tamına Cumhuriyet’in fotoğrafı; Cumhuriyet kadar iç açıcı ve renkli; onun kadar umutkar ve ahengli…

Ama durun durun, tam da yeri şimdi Attila İLHAN’ın…
Öyleydi şiirinin de ismi:
MUSTAFA KEMAL’İN SOFRASI
“haydi gel sahaflar çarşısına uğra da gel
unutma bir tutam ışık getir sofraya
bir avuç FİKRET getir bir yürek dolusu MUSTAFA KEMAL
kalpakları tozlu paşaların çığlıklı gözlerinden
bir tutam KUVAYI MİLLİYE mavisi
bir avuç umut getir dedim ya
en iyisi
sofraya buyur sofraya
buğday konuşacağız …”

Evet, Cumhuriyetin sofrasına buyurun.
Hepinize yer var….







Hiç yorum yok:

ZAMAN ŞEHİR İNSAN 2