NTV
O Anlar
için
Nurullah Kadirioğlu
Foto-Yorumları
Melvin ile Minnie’nin elleri şu
birbirini sarıp sarmalayan.
Soyisimleri ortak; Lou Scout; çünkü evliler;
elleri, 80’nci evlilik yıldönümünün kutsal duasında.
O kadar sahiplenici ve bir
o kadar da özgür bir sarılış ki bu;
ellerin kendisi zaten bir başına DUA!
Biri daha aktif, öteki edilgen.
İki elden; hangisi daha baskın ?
Tutan kim, tutulan ?
Bilmek olanaksız; gereksiz de zaten.
İki kişide tek el’e dönüşmüş onlar;
elleri, artık ikiz, tek
yumurtadan !
Ha sahi, geliverdi aklıma birden;
az
kaldı, unutmayın, “tek yumurtadan ikiz
eller” gününe :
14 şubat !
Havva, en baştaki, yanındaki Adem’e
vermiş yasak meyva elmayı da gülüyor kıs kıs; “ihtimal bir suça”, hazırlıklı;
bu nedenle yüzünü flu kılmış
özenle...
Adem... Eh bildiğiniz gibi; yani biz
erkekler: kibirli ve mağrur: evet ya biz erkekler: muhtemelen çömelip da ağlar
birazdan...
Öteki ! Öteki !
Susun anladım yahu !
Öteki Adem ile Havva’nın günah ve
zevkinden;
merak ve ihanetinden almış alacağı
dersi;
yüzü; işte bundandır pek de mutlu...
Aslına bakarsanız
Romanya'da bir askeri geçit bu...
Transilvanya, Moldova ve Valaçya'nın
1918’ da tek bir devlet olarak birleşmesinin yıldönümü;
Romanya'nın ulusal günü yani.
Peki peki anladım !
Size ne bundan.
İyisi mi ben yine resmin ruhuna
döneyim :
Şu sonuncusu var ya en sonuncusu,
Romanya’nın Valaçya bölgesinden o;
ham ipek dokumalarıyla ünlü;
işte bundandır, henüz dokunmamış ham
ipek o’nun yüzü !
Trajedi isimli ve başlı başına trajik
olanı öğreten bir ders olsaydı kuşkunuz olmasın bu fotoğraf derse ait kitabın
kapağı seçilirdi.
Amerika’da Aarlingnton Mezarlığı.
Orada yatan, Amerikalı Zenci Onbaşı
Karem Rashad Sultan Khan..
Nüfustan kaydı düşülse de, henüz 20
yaşında…
Annesinin çok çok acıyla sarıldığı
mezar taşındaki ay-yıldız ve mezarın önünde duran Kuran-ı Kerim,
tek duruma işaret ediyor:
Karem Rashad Sultan Khan bir
Müslüman.
Sultan Khan, iki madalyanın da
sahibi:
Biri Cesaret ve Fazilet sembolü Bronz
Yıldız;
öteki ise, Gazi oluşunun alameti
sayılan Mor Kalp Madalyası.
Orada yatan, cesur, faziletli,
döğüşken,
gazi Karem Rashad Sultan Khan
dininin bütün ‘yüksek” değerlerine
sahip;
ulaştığı şehitlik mertebesi ise,
İslamiyetin ona sunabileceği en
kutsal son.
Trajedi, şimdi örüyor ağlarını:
Amerikalı bu siyah adam, tüm bunları,
gazilik ve şehitliğin aynı kuvvetle itibar gördüğü, Hilal’in aynı biçimde mezar
taşlarını mimlendirdiği ve Kuran-ı Kerim’in aynı şekilde mukaddes kitap diye
tanındığı Irak’ta elde etmiş.
Duymamış olamazsınız;
Savaş Sanatı diye öğretiler var;
evet evet aynen; Savaş Sanatı…
Sözü artık, Amerikan ölülerine ve
şehitlerine bırakıyorum;
Sustum!
Kız orada; durduğu yerde değil.
Nerede olduğunu kimse de bilemez.
Masumiyeti buna engel; zorlamayın, masumiyetin,
“biz büyük ve anlamlı adamlar”
için ördüğü saf duvar her şeye engel!
Savaşlar icat eden, bu icadının
çarklarını,
“insan”
adı verilen en değerli varlıkla idame
ettiren biz’ler
hangi cesaretle, bu kızın
masumiyetiyle yüzleşebiliriz ki ?
O’nun dışındayız; O’nun dışında
kalacağız !
13 yaşındaki “evlat” Madıson,
Amerikan Subayı Frank Cheetam’ı;
resmin objektife düştüğü şu günde 35
yaşına giren
BABASINI uğurluyor.
Nereye mi ?
Of yapmayın !
Yitirdiğimiz masumiyetlerimizi,
“bilmezlikten gelmenin”
sakil çalımıyla gizlemeye
çalışmayalım !
Irak cehenneminden başka nereye gider
ki şu aralar, Amerikalı bir asker ?
Ağaçların kabukları gibidir
insanların tenleri;
baktınız mı anlarsınız yaşlarını.
Ama ellere baktığınızda neler
çektiğini de anlarsınız insanların.
Çünkü, onlar hayata tutunandır;
tırnakları ile umutları kazıya
durandır.
Irak’ta, Bağdat’ın Sadrcity’sinde
birazdan arka kapağını indirecek
yiyecek kamyonuna ilişen şu eller ise, dağ ve ovaları, tepeleri, uçurum ve
yarları, dereleri ile bir haritadır;
ellere kazınmış acı’nın ve çile’nin
haritası….
Tutunma işlevini, ilişmekle sınırlandırmış
bu eller artık, henüz var olmayan; ama inciten, acıtan ve ürküten yorgunluğu
ile var olması kaçınılmaz elbilim’in en nadide parçasıdır.
Hangi el,
bu kadar pasif ve o kadar da aktif
biçimde bir nesnenin adeta parçası haline dönüşebilir ?
Yüz binlerce yıllık bilinen işlevi
ile elleri aktif bir eylemin içindeymiş gibi algılıyorsak da baksanıza ne kadar
pasifler ve ne kadar sessiz.
Hangi el, bu kadar çaresiz olabilir;
o kadar çaresiz olan bir kadının ellerinden başka…
Peki, artık, bakabilirsiniz
ellerinize…
Ve aniden bir ışık huzmesi doldu
odaya.
Karanlık, ışığın eliyle sadece
bölünmedi zifiri yalnızlığında; eliyle ışık, karanlığın o umutsuz yüzünü de
yumuşattı
biraz biraz.
Ve adam, kendisine sunulan bu ışığın
gölgesinde;
tam da gölgesinde, okumaya durdu ilk
cümleyi:
Tılsım ve Trajedi..
Hazreti Ali, Hazreti Hüseyin,
Kerbela;
Mehdi, 12 İmam, Ayetullah, Şii…
İlahiyatın belleğinden bunca kelimeyi
ödünç alan,
Irak’ın Necef isimli kentindeyseniz,
bir zamanların, trajik savaşlarına
karşı
yer altı sığınma tünelleri olsa da
şurada duran,
sadece ilahiyatın tılsımıyla yürür
belleklerde.
Semavi üç büyük dinin boy verdiği bu
coğrafya,
tersini yaparak asla ihanet etmez
kökenine…
Ve adam ışığın gölgesinde, ikinci
cümleyi terennüm etti.
- Ya Rab ! Sabır !
Bu resmi de kim yaptı böyle ?
Ah! Bu resmi kimse yapamaz;
bu, leyleğin ve güneşin ve dağın ve
hatta
renklerin kendi imali;
hepsi, böyle olmasını arzu ettikleri
için gerçekleşmiş bir hal; insan eli yapamayacağı için;
insan eline armağan ettikleri bir
fotoğraf manzarası görünen…
Belarus’un Volozhın kentinde,
açıklamak gerekmez ki
bir gün batımında, “kendinin heykeli”
olmaya durmuş
bir leyleğin biten günü değerlendirme
seansı…
Yoo haksızlık !
baksanıza bu, düpedüz bir leylek
istiaresi…
Bebeklerin ebedi ve ezeli “ebe
yardımcısı” misyonunu saymazsak Leylek, yolculuk ve yolcu fikriyle beraber
yürür
her imgede.
Şimdi, biraz suskunluk lütfen;
atmosferin şiirsel durumuna uygun,
o İsmet Özel dizesini duymak
elinizde, Leyleğin fısıltısından:
“Uzak yola çıkmaya hüküm giydim…”
Kaç yüz, bu kadar kalabalık olabilir
ki ?
Yine de bana, bu yüzde olmayan bir
şeyi söyleyin…
Yoo, bunu kendinize söyleyin;
Ve onu, merhametin kamçısını
bir yüz-süz’e indirmeniz gerektiğinde
çekinmeden kullanın: Şrakk!
Gördünüz değil mi, yüz’ü istila eden
bunca kalabalıkta mutluluk denilenin esamesi yok.
Söyleyin bundan daha etkili bir kamçı
olabilir mi,
bildirmek için hududunu yüzsüz’e !
Hudut !
Bu yüz, besbelli, hudutsuz !
Ne olacaktı yani !
Filistin’de, Beytül Lahim’deki Tekoa
Köyü hududunda,
İsrail askerlerinin hudut tanımaz
saldırılarından
birinde öldürülen, 16 yaşındaki Hasan
Hmeid’in
cenazesinde yürüyen bu kadın;
yüzüne, hudutsuzluğu değil de
Lunaparkların ışıltısını mı
giyinecekti ?
Bilmem bilir misin ?
Sınırlarını ve haklarını koruyan bir
kadının,
hudutsuz yüz’ünden daha tehlikeli,
çok az şey vardır hayatta…
Neler oluyor orada ?
-Hiç,
diyebilir misiniz, durum bu kadar
açıkken ?
Besbelli, tabiat şiddetini
sergileyecek.
Diplomatik girişimlere, sinsi
bükülüşlere ve notalara falan gerek yok: Çünkü tabiatın bu şiddetini, istila
veya yağma izlemeyecek; bu onun iç hesaplaşması…
Mammatus bulutlarının bir tür iktidar
çekişmesi…
Birleşik Devletlerin Akransa
Eyaleti’ndeki bu şiddet senfonisi, hesaplaşan taraflar haklarına razı olunca
sona erecek.
Fazla sürmez; çünkü, böylesi güçlü
bir senfoniye uzunca süre kimse katlanamaz…
Deklanşöre basan Gökyüzü Avcısı da
bunu biliyor olmalı ki, biraz daha beklemeye tahammül edememiş.
Etseydi, altta şaha kalkan sarı
bulut-atların, üstüne çullanan siyah gölgeden nasıl zarif bir topuk çalımı ile
kurtulduğunu da görebilecektik.
Yine de bu an, Şiddetin Estetiği’nin
kutsandığı ender enstantanelerden biri olarak Gökyüzü Barışındaki yerini
alacaktır.
Bütün semavi dinlerde, tanrı, kul
sesinin ulaştığı bilinendir.
Uhrevi olan, orada, sesin
yakarışındaki tını ile
“medet ! ya rab”
biçiminde yankılanır ve döner
yakaranın ruhunu temizler:
Ses, Ruhu bir daha doğurur.
Nepal’de, Katmandu’da, birazdan
önlerinden geçecek olan Tanrı Kumari’yi bekleyen şu küçük mürit topluluğu ise,
ruhsal arınmalarını ses’in değil, bakışın ve gözlerin kudreti ile yapacak.
Çünkü onların tanrısı Kumari, yaşayan
bir tanrı, ve üstelik neredeyse çarşı – Pazar dolaşan bir canlı…
Müritlerin işi kolay…
Yaşayan bir tanrı için
ibadethanelerde sıraya girmek gereksiz..
Dualar ezberlemek veya din
adamlarının rehberliğinde ayinsel duruşlar sergilemek de..
Tanrıya, sesin tınısı ile ulaşmaya
çalışmak da…
Yaşayan bir tanrı nasıl karşılanırsa
öyle karşılıyor Katmandu sakinlerinden bir gurup, Tanrı Kumari’yi….
Rehberleri bakışları; göz teması
yani, Tanrılarıyla…
Namazgahları, Minber’i andıran
evlerinin pencereleri….
İçsel duaları ise neredeyse artık
belli:
Ya Kumari, bakışını bakışlarımızdan
esirgeme;
bize bak ve koru bizi !
-Bakmaktan ve anlamaya çalışmaktan
yoruldum.
Nereye dönsem yüzümü, her taraf bizden
aldıkları Keşmir!
Bağışla Yarab, bundandır, huzurunda
gözlerimi kapamam.
Sen bilensin !
Saklayamam yaşımı.
Ama, bilirsin ki yine, yaşım gibi
değil artık ellerim; pek ince ve kırılgan;
Bedenim, uzun zamandır çok zayıf ve
bitap!
Bilirsin, az değil elli bin can
uğurladım, Hindistan’ın Pakistan’dan gasp ettiği şu acılı ve talihsiz
Keşmir’den…
Az değil, elli bin cenaze taşıdı
kollarım…
Bağışla, bundandır, huzurunda
gözlerimi kapamam.
Bilirsin Ya Rab, derdi ki, kulun
Mirza Gulam Ahmet, “cennetin yer yüzü halidir; Keşmir.”
Keşmir şimdi, kanlı bir cennet,
kandan bir göl !
Herkesin özendiği gökkuşaklarını
sindirdiler!
Şarkılar fısıldayan rüzgarlarını
korkuttular..
Eşi benzeri olmayan Gilgit ve Hunza
vadilerinde hala toplanamayan cesetler var!
Huzurunda gözlerimi kapamam işte
bundan!
Ya rab!
Adamı sanki toprağına raptiye ile
şöyle bir tutturuvermişler de pek öfkeli:
-Ehh be adam tuttururken, biraz daha
aşağı salsaydın ya beni, baksana, ayaklarım yere zar zor değmede! Fesüphanallah
saygı da kalmadı artık yaşlılara!
Kalır mı lafın altında raptiyeci
başı;
-Fesüphanallah ki hem de ne; bre
dede, ben seni oraya şöyle istediğin gibi okkalı biçimde raptiyeleseydim sen
rap diye kalkardın ayağa da tamamlayıverirdin sanki şu evini,
öyle mi ?
Aslında ikisi arasındaki besbelli bir
tutunma oyunu bu.
Raptiyeci bilerek, sadece
iliştirmekle yetinmiş o duvara adamı.
Adamın yaptığı ise apaçık yaşlıca bir
naz…
Hele, bitmesi gereken şu evi…
Taliban yüzünden Afganistan’ın
Başkenti Kabil’den binlerce soydaşı gibi İran’a, Pakistan’a göçüp sonrasında
geri döndükten sonra bitirmesi gereken şu evi…
Göç fikri zihninde yol almayı
bırakacak da, yurdunun toprağında şöyle iyiden iyiye dinlenecek de, nicedir
unuttuğu yan gelip yatmayı doya doya yaşayacak da…kalkacak da… evini
tamamlayacak da…
Her şey bir yana, şu toprak, şu ağır
ve tembel, şu pek aciz duran sarımtırak yığın, şu yorgun ve kimsesiz toprak;
şu, kimsesiz yaşlıya yurt olabilir mi ?
Gizli anlaşmaları şu mu yoksa ?
Dokunma, iliş öylece sadece bana...
Ne olur senden bana el; ne olur
benden sana bel…
Akşamın kıyısındalar.
Kıyılarda olmanın tedirginliği
apaçık.
Bunu birbirlerine sokuluşlarından,
intizamı kolladıklarından ve her nereye ise bakışları, oradan aldıkları
ürküntüden anlamak mümkün.
Akşam ve Kıyı; genellikle, kişinin
kimliğini alıp savuran ve hatta kimliğini yoka saydırtan bir ikilidir,
elverişsiz coğrafyalarda…
Işığın aydınlatmadığı; sadece
tedirgin bedenleri mimlediği böyle bir Irak coğrafyasında ise, korku sultan;
insan ise, tebaadır. Ve bilinir, tebaaların kimlikleri olmaz.
Kuzey Irak’ta, askerler tarafından
denetlenen bu küçük topluluk da kimlikten yoksun; çömelen tebaa da, kimlikleri
inceleyen askerler de, kasveti ve korkusuyla gece, kıyı ve ihbarcı ışık huzmesi
de bunun bilincinde.
Söyler misiniz, zaten giderek
“kimliksiz” hale gelen bir ülkede
kim bunun ayrımında olmaz ki ?
Çocukların ağzı ile
çiçek böcek…
Botaniğin diliyle, bir döllenme
vak’ası..
Hindistan’ın Haydarabad kentinde, bir
günlük ömrünün dolmasına belki de dakikalar kala, kelebeğin çiçeğe, tüm bir
estetik tarihini yeniden yazmak istercesine huşu içinde eğilişinin resmidir bu…
O kadar güzel o kadar ki ; (anlık
ömrün, zamanlık ömre) dönüşebileceğini vurgulayan şu söze gelin de hak
vermeyin;
“kelebeklerin ömrü bir günmüş ama
kelebekler ömür boyu mutlu yaşarmış”
Büyük kent karmaşasının ufaltıp da
asık suratına hapsettiği insanın, gülümsemesi için,
neden panolara, duvarlara, cephelere
böylesine hayat iksiri resimler asmazlar ?
Siz bakın, doya doya bakın bu resme;
size değil; kentlerin beton ıssızlığını böylesi resimlerin kudreti ile yaşama
coşkusuna dönüştürmeyenlere
Gülten Akın’ın dizeleri;
"Ah ! Kimselerin zamanı yok
durup ince şeyleri anlamaya"
Şu (V) işareti…
Roma Zafer Tanrıçası Victorya’nın baş
harfini ve kelimenin İngiliz dilindeki karşılığı olan Zafer’i simgeler…
2. Dünya Savaşında hareketi bolca
yapan İngiliz Devlet adamı Churchıll’le zafer işareti, adeta tavan yapar ve
Churchıll ile özdeşleyen purosu üzerinde bile ciddi imaj zedelenmesi yaratır.
İşaretin orijinal hali fotoğraftaki
gibidir, iki parmakla V işareti.
Amerika Birleşik Devleri Başkanı Bush
ise, iki parmağı az görür ve yaptığı ekleme ile parmak sayısını üçe
çıkartıverir.
Ama, bu katkı Başkanın ülkesinde yüz
de sürüm de görmez. İşte, Başkanın Georgia Eyaleti’nde, ayan beyan klasik V
işareti ve sıkı bir zafer coşkusu.
Ya da, kolun, elin ve iki parmağın kulaklarımıza
dek uzanması muhtemel zafer narası…
Nasıl dönüşmesin ki bir naraya?
“Adamı ipten alan” zaferin işareti
bu.
İnfazına birkaç saat kala, ertelenen,
üstelik Yüksek Mahkeme tarafından ele alınması kararlaştırılan İdam Mahkumu bir
tanıdığınız olsaydı sizin de parmaklarınız böyle çığlık atmaz mıydı ?
- Vıctory !!!
Ahmet Haşim, Frankfurt Seyahatnamesi
isimli gezi kitabıyla Avrupa görmüşlüğünü kanıtlasa da Amerika Birleşik
Devletlerine; hele hele Montana Eyaleti Whitefish Kenti’ne gitmişliği yoktur.
Kent yakınlarında bir akşam üstü
süzülen şu ördeğin de, Haşim’den haberdar olduğunu hiç kimse söyleyemez.
Ama şiirin ve şairin kudreti zaten
burada yatmaz mı ?
Yokluğunda gerçekleşen bir olayı,
varlığında meydana gelmiş gibi algılamak…
Siz istediğiniz kadar; Ahmet Haşim
Amerika’ya gitmedi; Whitefish kenti yakınlarındaki bu gölü görmedi, deyin.
Kimin umrunda ?
“Altın kulelerden yine kuşlar,
Tekrârını ömrün eder i'lân,
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam,
Âlemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam…”
Belki de, gölü, kamışı, kuşu ve
akşamıyla bu dizelerin yeri şu gölün kıyısı.
Kazıyıp bir tablete, diker mi
birileri bu şiiri bir gün şu gölün kenarına ?
Kim bilir ?
Büyükler, acıya öfkenin eşlik ettiği
sima yürüyüşündeler; liderlerini dinlerken…
Kuzey Hindistan’daki Assam
Eyaletinde,
etnik çatışmalar sonucu evini terk
ederek
toplama kampına sığınan Hindu
Müslüman simalar bunlar.
Oğlanın, yaşı için çok erken olan;
durmuş oturmuş korkusu
bu etnik çatışmaları sürdürden
Bodo’larda takılı.
Bodo’lar onun öcüsü…
4 günde 40 Müslüman’ın katili çünkü
onlar…
Ölüm mü çocuğa iğreti, çocuk mu ölüme
yaban?
Öyle bir karmaşa ki her şey,
hiçbir tasarının dizayn edemeyeceği
endişe halini
bu çocuk icat etmiş yüzüyle.
Yeridir;
en çok, masumiyette kendini ele verir
çünkü
korku ve endişe.
İsmet Özel mi yazmıştı neydi ?
“Kelebek ölülerinden bir ırmakta
sürüklenmektedir”
o sıra oğlan…
Yaşanmışlığıyla alnı, uçsuz bir
sazlık onun;
Mevlevi başlarıyla ördekler geçecek
birazdan…
Hadi artık hazırlanın;
yüreğinize serin sular, gözlerinize
tatlı gülümsemeler …
Acısıyla, tehlikeli bir uçurum onun
yüzü; yeni merhamet sözcükleri gerektirebilir; tedbirini alsın herkes;
Nemrudi bakışlarıyla sıra sıra baykuşlar
birazdan...
Mevlevi saadet ile Nemrudi acı’yı ne
barındırabilir aynı anda bir yüzde ?
Şirazi’nin,
“yakın, bağışlayıcı ve müşfik bir
sahil”
diye tanımladığı Vatan’ın, kargaşa
ile bu özelliklerini yitirmesi mi ?
Evet Taylan’da, süregelen karmaşa ve
çatışmalar yakın, bağışlayıcı ve müşfik bir sahil olmaktan çıkartmış durumda
ülkeyi, her Taylandlıya.
İyi bakın, kadının, Mevlevi
ördekleriyle, “Vatan Taylan” alnı; yüzü ise; karmaşanın uğursuz baykuş uğultusu
aynı kadının…
Civcivin yumurtadan çıkış anı…
Tırtılın kelebeğe dönüşmesi; ya da.
Hangi gözle bakarsanız bakın, kadının
eylemi, edindiği tılsım perdesiyle sanki insanın türeyişini canlandırıyor; yer
aldığı Haiti dekorunda.
“Birazdan tekamül bitecek ve (insan
kızı) orada dikilecek”…
gibi..
Ama hele bir de kadın ise o,
Haiti’de, hayata bağlanma anlamında dikilmesi ne mümkün !
Gonaives burası;
kasırganın, tam da adına uygun bir
öfkeyle kasıp kavurduğu yer.
Ne yeniden türeyişin ardında,
ne deneysel bir oyunun son
provasında;
kadın, kasırganın tortusundan
kurtulmaya çalışıyor…
Bu kadar reel aslında tablo.
Gerçeküstü tek şey var bu fotoğrafta;
sanki, Haiti’deki saygısız yönetim,
su bile bırakmamış da,
temizlenmek için yıkanma taklidi
yapıyor kadın….
İşte orada; alnında, ortadaki derin
çizgi Manavgat Nehri, Batı Toros’ lardan kopup da gelmiş.
Üstteki çizgiyi mi sordunuz,
ha o,
Şeytan Dağı’ndan inen Dere.
E, en alttaki ise elbette, Düdensuyu
Mağarasından gelen su.
Burnundan bıyıklarına ve çenesine
inen vadilerde
uçsuz bucaksız Manavgat Ormanı
serilmede;
bana tekrar ettirtmeyin işte sıralıyorum
bir bir;
Taşağıl Beldesi, Karabük Köyü, Serik
İlçesi ve Akbaş Köyü…
Gözleri ? mi dediniz ?
Gözleri Yangın Adamın !
Karşıda Manavgat Ormanı alevler
içinde,
orayı görmeniz gereksiz, adamın
gözlerinde asıl yangın!
Aykut İnce’nin fotoğrafını,
Ekim sayısında basan National Geogarphic;
şu notu düşmüş resme; “Alo 177 Ateş
Altında”
Yangın söndürücüsü bu adam biliyor
oysa,
177 değil sadece ateş hattında olan;
alnı, burunu, bıyıkları ve çenesi de
derin tehdit altında.; gözlerindeki dehşet tamamen ondan…
Herkes dönsün şimdi yüzünü bana.
E, iyi valla, bir bu eksikti, gederek
insanlaşıyorsunuz, farkında mısın?
Sen, neden bozdun mesafeyi, 3 Numara
!
Anladık, yeminiz tamam; tamam da;
sirke çevirdiniz burayı ! Hepinizde insanlar gibi bir “Moda” merakı..
Yeşil Kelebek moda ya bu ara;
hepinizde aynı böcek !
Kurudu değil mi koca tabiat; varsa
yoksa fesfood…
Söylemekten dilimde tüy bitti, sizde
özenti bitmedi;
Yahu çocuklar bırakın da insan size
özensin;
uçmak isteyen onlar.
Neyse, dengeli beslenin ve neslini
tüketmeyin böceklerin !
Gidin şimdi hadi; yarın kuş gibi
bekleyeceğim sizi burada, sakın insan gibi sıralanmayın bir daha karşıma !
-Sonsuz Gurumuz, Yüce Granth Sahib,
en kutsal mekanımız, Hindistan’daki Amritsar'daki Altın Tapınağımızın
önündeyim.
25 Milyon Sih kardeşimizin, dinimiz
gereği inandığı,
Ruh Göçü’nü deniyorum.
Öldükten sonra, başka bedenlere
geçecek
şu ödünç ruhumun takatini sınıyorum.
Sufizm etkisi yok mu dinimizde Yüce
Granth Sahib;
işte yaptığım onlar gibi, insan-ı
kamil’i denemek…
Ayağımdaki Lenga şalvarım ile belime
sarılı lungim
bana itaat etmiyor;
hinduizmin etkisi yok mu dinimizde;
işte yaptıkları o;
kendi yolunu aramak özgürce..
Yüce Granth Sahib,
ne bir ışık oyunu bu ne bir göz
kandırmacası;
ruhum işte bak gör; siyah bir duman
karartısı önümde. Giderek aleve dönüşen ise bedenim;
ama nedense, ruhuma uygun görmede,
kendini, ayaklarım !
Belki de erken başladım ben bu oyuna,
bağışla Sahip, ölmeyi beklemem
gerekirdi sanırım
seyahati için Ruhumun…
Evet almış gidiyor ayaklarımın
ikisini de ruhum,
bana kalan yalancı yansısı sadece
birinin.
Vazgeçtim, hadi gel kurul yerine
Ruhum,
daha çok hem de çok erken…
Usulca ama gelişigüzel devşirip kelimeleri,
sarıp sarmaladı.
Kelimelerden oluşan o en hafif ağır
koliyi raflardan birine yerleştirdi.
Böyle bir zaman var olacaksa eğer;
kullanacaktı vakti gelince.
-İşte, artık yüzümle konuşacağım
dedi;
Söz’den kalan son bakiye de böylece
tükendi.
Palyaçonun; bir kez daha, o en hafif
ağır yüzü düşecekti; belki kelimelerden de etkili bir hışımla, imgeye.
Ama oraya değil, fotoğraf makinesinin
objektifine
düştü bu kez.
Tasarlanmış da olsa, ağlama ikliminin
bu kadar sert estiği
bir yüz ancak karanlık odasına yakışırdı
makinenin..
Meksika'nın Başkenti Mexıco Cıty'deki
“Güney Amerika Palyaçoları Kongresi”nin katılımcı-palyaçolarındın
birinin vesikalık fotoğrafı bu.
Vesikalık fotoğraf denemesi olsa da,
inanın ki kelimeler uzun bir süre o
rafta kalacak.
Kelimelerle yeniden buluşması için
yüzünü derleyip toparlaması çok zaman alacak çünkü;
- ki bunu siz değil- bir palyaço
bilir ancak..
Hortum ve kasırga planlayıcı ve
yatakçısı
“afetist”
Thailand_Monk,
üzerinde yakalı giysisi olmadığı
halde nihayet yakayı ele verdi.
Monk, “kasırga kışkırtıcısı”
dövmelerinden tanındı.
Bilim adamları, tanınmamak için uzun
süredir
sadece profiliyle yaşayıp profiliyle
dolaşan
Monk’un,
boyun bölgesinde deformasyona
rastlanmamasını
ve haşin bakışından bir şey
yitirmeyişini şaşkınlıkla karşıladı.
Tılsımını imha için Monk’un
dövmelerinin
özel imal çamaşır suyu ile silineceği
açıklandı.
Ne kadar fantastik değil mi?
Şimdi olayı benim kurguladığımı
düşüneceksiniz; hayır !
Bunu söyleyen resim.
Ayrıca size, resme ait gerçeküstü bir
hikaye de anlatabilirim:
Monk ve ötekiler Tayland’lı Budist
Keşişler.
“Fazilet Töreni” isimli bir
toplantıdalar.
Ülkelerini Batı’ya açan ölmüş
Krallarını anıyorlar.
İşte, iki hikaye de orada duruyor,
karışmam artık ben;
iyice düşünün, hangisiyse sizin;
hikayenizi seçin.
Amerika’nın Arizona Eyaleti Tucson
Kentinde, Geleneksel “Tam Ay” zamanını denetleyen Güvercin Kral ve Kraliçe,
“Avcılar” için en elverişli “av dönemi” ni başlatmak üzereyken kaygılıydılar.
Kral Güvercin kaygıyla sordu :
-Emin misin Kraliçem ?
Kraliçe, Güvercin Alfabesi’nin temel
sesi ile yanıtladı:
-Hı hı.
O arada, sağ ve sol cenah Güvercin
Komutanlardan biri geçmişi öteki ise, geleceği dikkatle kolluyordu.
“Tam Ay Zamanı” giderek sarkma
gösteriyordu.
Bu yıl, Güvercin Takvimine göre 8
dakikalık gecikme meydana gelmişti.
-Ah şu insanlar ! Ha ozon tabakasıyla
oynamışla ha ateşle, ne zaman anlayacaklar bunu ?
-Anlayacakları yok sevgili Kralım, Ay
günün birinde gündüz belirirse tepelerinde anlarlar ancak.
-Evet ya, Ay Zamanıymış, geyikler
şişmanlarmış, tarlalar biçilir de av hayvanları kolaylıkla seçilirmiş Avcılar
bayram edermiş..Kimin umruna Kraliçem !
-Aman Efendim ayarıyla bu kadar
oynarlarsa Evrenin ileride Ay da bırakmaz bunlar !
-Neyse, baksana ne kadar uysal şu Ay,
şeytan diyor ki iyice sarıp doya doya öpmeli;
Ah ! Min-el Ay !..
-Hıhh, Min-el Ay’mış !
Gidiyorum ben, devam edin siz Sayın
Kral !!!
Fikret Mualla’nın fırçası değmiş
değil bu resme, kaldı ki bir resim de değil; fotoğraf bu..
İstanbul’da, 29 Ekim Cumhuriyet
Bayramı kutlamalarında, yemek masası çevresinde havai fişek gösterisini izleyen
birkaç adamın fotoğrafı.
Birkaç adamla birlikte, aslında tamı
tamına Cumhuriyet’in fotoğrafı; Cumhuriyet kadar iç açıcı ve renkli; onun kadar
umutkar ve ahengli…
Ama durun durun, tam da yeri şimdi
Attila İLHAN’ın…
Öyleydi şiirinin de ismi:
MUSTAFA KEMAL’İN SOFRASI
“haydi gel sahaflar çarşısına uğra da
gel
unutma bir tutam ışık getir sofraya
bir avuç FİKRET getir bir yürek
dolusu MUSTAFA KEMAL
kalpakları tozlu paşaların çığlıklı
gözlerinden
bir tutam KUVAYI MİLLİYE mavisi
bir avuç umut getir dedim ya
en iyisi
sofraya buyur sofraya
buğday konuşacağız …”
Evet, Cumhuriyetin sofrasına buyurun.
Hepinize yer var….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder